Eski kadınları arıyorum – duygusal ve cesur eski kadınları…
Bitpazarlarını, tozlu ve nemli ahşap kokan antikacıları, yüzlerce yıllık şehirleri, eski binaları, eserlerine hayran olduğum kişilerin bir zamanlar yaşamış oldukları evleri, müzeleri gezmeyi seviyorum. Yüzyıllık, üstü deri kaplı, ceviz bir yazı masasının arkasına geçiyorum ve üzeri yer yer çizik, ahşabı soluk ve cilası yitik masanın üstünden elimi usulca geçiriyorum. Gözlerimi kapatıp, bu masada, en büyük aşkını, en zarif mısralarla, tüy kalem ve kurutma mürekkep düzeninde kâğıda dökmüş, gizli saklı bir kadın şairi düşlüyorum, içim akıyor. Veya yüzlerce yıllık bir tarihi eserin içinde gezinirken, bu taş koridorlardan, elinde şamdanı, uzun, saten ve dantel eteğini sürüyerek geçip giden bir saray kadınını düşünüyorum. Sonra eski şarkıları dinliyorum cızırtılı kayıtlardan – artık kullanılmayan sözcüklerle ifade edilmiş eski aşkları, zarif ve içten duyguların dile geldiği melodileri sanki içime katarcasına dinliyorum ve derinimde neye, kime ait olduğunu anlayamadığım bir özlem beliriyor. Eski, güçlü kadınları arıyorum…
Aile albümünde, siyah beyaz, hatta kahve ve gri tonlara bürünmüş, kenarı beyaz tırtıklı, altında ise okuyamayacağım kadar minik bir yazının olduğu bir fotoğrafta, tanımadığım bir kadına bakıyorum. Saçları saten bir kurdelenin altından minik bir kıvrımla boynuna dolanmış, kaşları yay gibi, dudaklarının sol üst köşesinde belli belirsiz bir ben – yakası dantelli, beyaz, ipek bir elbise giyinmiş. Diz altından görülen, ten rengi ipek çoraplarıyla, küçük ince topuklu, terlik gibi ayakkabılarıyla – resimde renk yok ama ben ‘uçuk pembedir’ diye düşünüyorum – besbelli altın varaklı bir iskemlede, yüzüksüz, beyaz ellerini kucağında kavuşturmuş, başı hafif yana kavisli, yüzünde bence sanki bir hüzün ama aslen bir gülümseme – oturuyor. Eskiye ait bu kadında şahane bir zarafeti, yaşanmış ve içselleşmiş, bilgeleşmiş dolu dolu bir yaşam öyküsünü, sadece baktığını görebilen gözlerin fark edebileceği, gizli saklı ve bu yüzden çok değerli, kibar bir şehveti, derin bir duygusallığı ve bu duygusallıktan şaha kalkan büyük bir gücü algılıyorum. Ailesinin düzenini korumak, geleneği sürdürürken yeniye de uyum sağlamak, sevgiyi hep ve tavizsiz bütün yaşam süreçlerine harmanlamak adına geçirdiği onca zamanların duygusal izleri, birer güç odağı gibi yüzüne gözüne yayılmış eski kadınlar…
Yanı başımda bir yeni süreç yaşanıyor oysa… Yirmi birinci yüzyılın kavisinde bir erkekle, bir kadın tartışıyorlar. Ve erkek: “Hayır, böyle hissetmen hiç de mantıklı değil. Ben, sende bu duyguya yol açacak bir davranışta bulunduğumu hiç sanmıyorum. Bu nedenle, bu duygunu hiç de mantıklı bulmuyorum,” diyor… Gülümsüyorum. Duyguda mantık aramanın, erkekler için, insanı rahatlatan ve dengeleri koruyan bir yaşam biçimi olduğunu biliyorum. Ancak bu arayışın olanaksızlığı ve anlamsızlığı beni gülümsetiyor işte!
Duygular biz kadınlara – geçmiş yolculukların fırtına sonrası sessizliğinde – yaşanan olayların ayak izleriyle ve hayatımıza bir mevsimlik, bir nedenlik veya bir ömürlük giren insanların, bizde oluşturdukları kalıcı etkilerle geliyor. O zaman işte, bilimsel mantığın önerdiği basit ve düz, sebep ve sonuç ilişkileriyle asla açıklanamayacak karmaşaların düzleminde, sel gibi akıyoruz. Biz her şeyi, göz bebeklerimizi büyüten şehvette, sırtımızı buz gibi terleten dehşette, kalbimizi dörtnala şahlanan at gibi çarptıran aşkta, boğazımıza yumruk gibi yapışan kederde hissediyoruz.
Eski kadınları ararken bulduğum yeni kadınlarda, duygusal kimliğin ‘zayıf’ bir kişiliği ifade edebileceğine dair bir telaş sezinliyorum usulca. Yaşamını mantık kararları ile sürdüren mi daha güçlü bir kişiliğe sahiptir ve daha güçlü olmaya soyunur, yoksa duygularının yolunda giden, yüreğini dinleyen mi? Hangisi daha çok sınanır hayat yolunda? Hangisinin işi daha zordur? Eğer mantık, yüreğe ters düşerse, eğer kadın, sevmemesine ve onu mutlu etmemesine rağmen, ona çok daha fazla maddi olanaklar sağlayan bir işi yapıyorsa; eğer kadın, akıl yoluna uymayan ve bu nedenle onu incitme olasılığı yüksek bir aşka düşmüş, ancak, içini susturup, ona ‘uygun’ bir erkeğe gitmişse, bu mantıklı karar, güçlü bir duruş mu gerektirir? Duyguları bastırmak, duygulara kendini bırakmaktan daha mı zordur? Peki ya tersi olsa ve mantığı yok sayan bir kararlılıkla, duygular adına yaşanan bir düzlemde, ödenen bedeller ne denli ağırdır? Sevdiği adam için ailesine ters düşen kadın, özgür ruhunu artık dizginleyemediği için, onu boğar gibi olan işinden, bir sabah, paltosunu sırtına alıp çıkan kadın daha mı güçlüdür? Mantığını seçen mi daha cesur, yüreğini dinleyen mi?
Duygusallık, tüm tarih süreçlerinde hep kadınlarla özdeşleşmiştir. Kadın duygusallığı, ‘sulugözlü’ bir tanımla, belki de bir zafiyet, zayıflık ve incinme katsayısı yüksek kırılganlık olarak ifade edilmiştir. Oysa gerçek cesaret, içinde çokça güç barındıran ve mutlaka, gurur, onur, sevgi ve inanç gibi duygularla beslenen bir yaşam duruşudur. Kısacası, cesaret, gücünü duygulardan alır.
Eski kadınları arıyorum – duygusal ve cesur eski kadınları… Ancak eski kadınlarla yeni kadınların aslen hiç de farklı olmadığını anlıyorum sonunda…
Duygusal kadın, güçlü kadındır; çünkü duygu yolunda alınan kararlar, her zaman bizi daha çok zorlayan ve sınayanlardır. Duygusal kararların bedeli hep DAHA AĞIR olur.İster siyah beyaz eski bir fotoğrafta, ister yirmi birinci yüzyılın hızlı ve çarpıcı düzenli tuhaf hayatında, duygusal, cesur ve bu nedenle aslen sanıldığından çok daha güçlü olan tüm dünya kadınlarını kutluyorum…